24 Şubat 2008 Pazar

Dertli dertli çal Tubacı



If! film festivali geldi geçti ama bünyelerde bıraktığı etki maalesef geçen seneki gibi olmadı. Asıl gidilmesi gereken filmlere bilet almakta geç ya da tanıtım yazısına/yönetmenine/oyuncularına kanılıp, beklentisiz ama festival ruhu hevesiyle gidilen filmlerde kontrpiyede kalışımız, söz konusu sükut-u hayalin nedenleri olarak sayılabilir. Dün son kez Beyoğlu AFM Fitaş Salon 2'inin arka çıkış kapısından dışarıya adım atarken, beğeni hanemdeki skor 50% olarak gözüküyordu. 2 iyi film, 2 kötü film. Joy Division, You the Living; Southland Tales, Milkyway. Ben yine ucuz atlattım sanırım. %40'lık, %33'lük insanlar tanıyorum.

Bu kadar sinema/festival/temaşa ukalalığı yeter. Elliye yakın kısa/uzun İskandinav günlük şehir yaşamına dair skeçten oluşan, You the Living'in (orjinal ismiyle Du Levande) biz izleyenlere kattığı en önemli şeylerden biri belki de, tuba denen denen nefesli enstrümanı solo dinlemenin ne kadar keyif verici olduğuydu. Kamera arkasındaki insan Roy Anderson'in kıdemli bir reklam filmi yönetmeni olduğunu okuyunca neden You the Living'İn bu kadar nesneler ve yalın olaylar üzerinden akıllarda yer ettiğini daha iyi anladım. Ticari kaygı güdülmüyor, hissiyat ve hassasiyetler pazarlanmıyordu belki. Ama yine de filmin kurgusu birbirinden bağımsız catchy enstantane ve karakterlerden ibaret olunca, insanın aklında sadece "tuba'nin o güzel tonu", "yakışıklı çocuğun yürüyen apartman dairesi içinde çaldığı blues vari melodi", "evinde teyp kaset eşliğinde davul çalışan şişko abi" gibi imgeler kalıyor. İsveç Sinema Akademisi bu gece sabaha karşı düzenlenecek olan Oskar Ödül Töreni'nde En İyi Yabancı Film dalında yarışmak üzere İsveç'i temsilen You the Living'i göndermiş. İddialı, cüretkar ama bir o kadar da gerekli bir hareket. Neden olduğuna sonra değiniriz artık. Videoda çalan Macar dansının tadını çıkarın ve sakın ha sakın benim gibi böyle sıkıcı mevzular üzerine kafa yormayın.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Soluk siyah, kirli beyaz

Sinirimi bozan bir şey var. Yurtdışında yüksek öğrenime 'kabul alma' maksadıyla, konuyla ilgili olanların malumu, alınması gereken sınavlar ve içerikleri canımı sıkan. Sınavların genel formatı, çektirdikleri fiziki ve zihni ızdırap faslını geçiyorum. Başka yazıya da bırakmıyorum. Ama bir konu var ki dikkatimi çeken, ya da sırf bana dokunan bilmiyorum, belirtmeden geçemeyeceğim. Dikkat ediyorum, işlenen metinlerin ya da topun size atıldığı writing, speaking kısımlarında verilen başlıkların büyük bir kısmı acayip ihtilaflı (controversial) yani tartışma taraflarının kendileri dışındakileri pek de ikna edemedikleri konular. Nature versus nurture, yok efendim hayatta pragmatism mi onemlidir idealism mi, arzu edilen başarıya ulaşmak için yapılan fedakarlıkların çizgisi var mıdır yok mudur, davranış dediğimiz mevzu insana özgüdür de kalıtımına mı bağlıdır yoksa maruz kaldığı çevre şartlarına mı, daha neler neler. İnsanların yıllarını harcayıp, üzerine sayfalarca yayınlar çıkardıkları konular hakkında sizden yirmi bilemediniz otuz dakika içinde kendi içinde tutarlı, sofistike, 'i personally belieeeeve that this is a pencil' ingilizcesi içermeyen bir söylem ve metin geliştirmeniz bekleniyor. Ya da benzer bir konuda dinledikleriniz hakkında bir-bir bucuk dakikalık ufak bir konuşma.

Şimdi ben burada, "vay efendim felsefe ve toplumbilimcilerin alanına tecavüzdür bu! nasıl yaparlar bunu körpecik öğrencilere!" tarzı sıkıcı bir üslup geliştirme niyetinde değilim. Değilim çünkü iş o kadar basit değil. Ama bu durum söz konusu yöntemi sorgulamayacağım anlamına gelmemeli. Lanetlemekten bahsediyordum daha önce, konuya sıkıcı çözümler bulup kendi dediğini kabul ettirmeye çalışan zihniyeti. E tabii yüzkusur dolar verip, işinizi gücünüzü aksatan bir sınavda da böyle Don Kişot vari hareketlere girmek de çok afedersiniz göt, boş zaman biraz da şişkin cüzdan ister. Bu bizim tarafımızdan alınan poz. Peki bu testleri hazırlayanlar ne düşünüyor bu soru bankalarını hazırlarken? Maksat akademik yabancı dil yeterliliğini ölçmek olduğundan dolayı, gidip haliyle akademik dünyadan metinler ya da alıntı sözler getiriyor, soyut olandan somut olanı çıkarmanızı bekliyorlar. Ya da beklemiyorlar bilmiyorum, belki de ben gereğinden karmaşık düşünüyorum olayı. "Bak ekrana, koyul klavyeye, yaz bize düzgün bir şey, biz de verelim senin notunu" mu diyorlar? Eğer buysa (ki ben öyle olduğunu düşünüyorum) durum, ben buna karşıyım ve biliyorum, elimden hiçbir şey gelmez şu aşamada. Cuma öğlen gidip paşalar gibi TOEFL IBT sınavına gireceğim ve din dersinden 5 almak için yazdıklarına inanmasa da yazmaya devam eden, ayıya dayı diyen ortasonda okuyan öğrenci kıvamında idealizmi pragmatizme karşı savunacağim (ya da tam tersi, o günkü havaya bağlı). Ama durumun farkında olup da bunu yapmaktan içim rahatsız. Birçok insan da buna benzer birçok olayı yaşarken, ne olup bittiğini biliyor ama üç maymunu oynayıp yoluna devam ediyor. Geriye sadece sıkıcı, spekülatif, bir yere bağlanmayan tartışmalar çıkıyor.

Bugün Haluk Şahin Radikal'deki köşe yazısında "demokrasilerde hayat çoğu kez grinin tonları arasında bir itiş kakış olarak geçer." demiş.O itiş kakış maalesef kendi siyah-beyazlarına sizi çekmek isteyenlerin kontrolünde. Kendini, kendine Gri olarak niteliyenler olay 'gerçek boyut'a taşındı mı ister istemez Siyah ya da Beyaz demek zorunda kalıyorlar. Kimine göre hayatını adayıp, bir 'açıklama' getirmek ve 'çerçeve' çizmek adına case-study üstüne case-study yapacağın bir engin deniz; kimine göre ise "Bu sistem uygulanabilir bir şey değil, olmaz, çöktü zaten" ya da "Olur mu abi, bak şu anda şurada hala uygulanıyor, insanlar benimsemek istedikten (istetildikten) sonra bal gibi de uygulanır" şeklinde iki dakikalik, 'aklın yolu bir' mantığı çözümleri olan, pek de uygulama yönünde ümit vadetmediğinden dolayı biraz hor görülen, gereksiz bir entelektüel iştigal. İki taraf da aynı TOEFL'a giriyor, muhtemelen aynı puanı alıyor, yoluna devam ediyor. Başta demiştim ya, derdim bu sınavların kendileriyle değil dolayısıyla, niyetdışı olarak bana düşündürdükleri.
Gri ve zor bir hayat var önümüzde.

3 Şubat 2008 Pazar

A plague on both your houses!

Fotografi gecen yazida bir baslangic noktasi olarak sunmus ve sifirdan baslamaktansa, gorsel materyalin cagristirdiklarini yaziya dokmenin kimi konusmak istedigim konularda bana kolaylik saglayacagini soylemistim. Tabii olabildigince NTV'deki 'Ve Insan' programinin fotograflari arkasinda kullanilan agdali ve de duygusal dilden kacinarak.

Gorsel materyal bir yana belli bir tabir, alinti ya da replik de benzer sekilde Yazana (Yaradana der gibi) ilham kaynagi olabilir. Ki bana taa orta-1'de girdigimiz 'Kompozisyon' dersi sinavlarindan beri yarari dokunmustur. Bir cumle, bir fikir, bir tasvir hesabi. Kelime etimiyolojisi yetmiyormus gibi ibare, tabir, tumce ya da deyim ne derseniz artik, kisaca kelime kombinasyonlarinin tarihini kurcalamak da oldum olasi okuyanin insanin ilgisini cekmis ve de nacizane fikrim insanlarin dusunce-dolayisiyla-yasam yapilarina sekil vermistir. "Dil hayatimizi, benligimizi ele gecirdi!" tarzi postmodern tartismalara girmeden ilk deyimimize gecelim.

'A plague on both your houses' gecen aralik ayinda tesaduf eseri edge.org'daki bir populer bilim makalesinde karsima cikan bir tabir. Daha dogrusu bir Romeo ve Juliet repligi. Bizim Faruk Birtek'e sorarsaniz Shakespeare gelmis gecmis en etkili politika bilimcisi ya da teoricisi. Kendi sadece tiyatro yazmis ama masallah oyunlari Bati dunyasinin beyinlerine sizmis, iliklerine islemis (bu Faruk Hoca'nin degil benim fikrim). Burada vurgulamak istedigim ne klasisizm ne de evrensellik. Istemdisi analoji (seslisozlukten baktim, ornekseme diye geciyormus turkce'de bu laf, ilginc tabi) ya da cagrisimlardan, aklin yolunun kimi zaman ayni guzergahtan gecmesinden bahsediyorum. Bati dilleri ve edebiyati bolumunden dersini almasa da, az biraz Shakespeare bilen, duyan, baska bir eserde esin kaynagi olmasindan oturu onun turevine maruz kalan herkes, gunluk hayatinda karsilastigi politik bir meselede ucundan ya da kiyisindan da olsa, mutlaka eserlerinden bir parca hatirlayacak, durum karsilastirmasi yapacaktir. Bu politik mesele diplomasi, entrika, muzakere, munazara, hitabet sanatiyla topluma seslenme, ask mi aile mi ikilemi (yenilik mi gelenek mi de diyebiliriz ki bu analoji de ayri bir yazinin konusu olmaya namzet sanirim), guc-cikar iliskileri, iktidar hirsi, vefali olma dogrultusunda karsilasilan sefa mi cefa mi yol ayrimi, vs. vs. olabilir.

Genelden ozele geri donus yapacak olursak 'a plague on both your houses', 'her iki aileye de (tarafa da) lanet olsun' seklinde turkceye cevrilebilecek bir obek. Hangi baglamda kullanildigi Romeo ve Juliet'in hikayesine bilenlere asikar olmali. Romeo'nun deli dolu arkadasi Mercurio, Juliet'in kuzeni Tybalt tarafindan bicaklandiktan sonra ofkeyle haykirir etrafa:"her iki tarafa da lanet olsun!" Lanet okumak geliyor cogu zaman insanin icinden ortasinda kaldigini dusundugu hicbir yere baglanmaya niyeti olmayan tartismalara ve de tartisanlara. Kutuplasmanin oldugu her mevzu icin gecerli bu. Olayin kuramina, girizgahina kafa yormaktan edebi kismini ballandiracak enerji kalmadi. Nedir diyorsaniz.. Acin herhangi bir gazeteyi (zaman belirtmiyorum ozellikle), okuyun. Oturun bir yemek sofrasina, dinleyin. Istirak edin bir entelektuel tartismaya, toplumsal meselenin ele alinmasina. Cildirin.

Istihlak Kulturu


Istinye semti denilince cogumuzun aklina, kis gunesi esliginde aile-araba-saadet uclusunun bogaz kiyilarinda yaptigi geziler ve pazar curcunasi kapsaminda trafigine mutlaka yakalanilan lagim kokulu yenikoy-emirgan arasindaki koy gelir. Konum olarak soz konusu kokuya 'tepeden bakan' Istinye Park aslina bakarsaniz Maslak civarinda. Zaten ilk duymaya basladim ben insanlardan burayi ve bi turlu kafamda canlandiramadim. Yahu nerede yapmislar bu anlata anlata bitirilemeyen (iyi ya da kotu o ayri konu) alisveris merkezini Istinye'de sorusu inanin geceler boyu icimi kemirdi (Yalaaan!). Sonunda, gecen cumartesi sorunun cevabini aldim; moda ikonografisini hevesle takip eden hanimlarin arabalarini valelere teslim ettigi acik hava alani bir yanda, Besiktas Balik Pazari'nin Truman Show film setini andiran basarili simulasyonu ote yanda, iki yapiyi birbirine baglayan ustu Berlin Bahnhoflarina benzer sekilde camla ortunmus kapali alan ortada; Istinye Park'i soyle bir tavaf ettim ailemle birlikte.

Megersem 12 senemi harcadigim lisemin hemen arka tarafindaymis da haberim yokmus Istinye Park. F.M.V Ozel Ayazaga Isik Lisesi'nin guzide ogrencilerine cuma bayrak toreninden kacip siginma mekani olarak ideal yer valla. Yurume mesafesi sayilabilir, food court kismi gayet cesitli. Oh! Sinemasi da cabasi. Tamam vazgecilmez degil ama en azindan degisiklik. Bizim zamanimizda millet Maslak Migros'un Burger King'inde otururdu, sonra gecen sene baktim Boyner'de Starbucks acilmis, oraya gidiyordur 'Isikli Gencler' diyordum. Iyice cesni olmus son yapilanmalar, iyi de olmus.

8 yillik egitim kurbani genclerimizi bir yana birakalim, mekana odaklanalim kisaca. Oldum olasi alisveris merkezlerine gitmeyi, orada bir-iki saat gecirip, insan gozlemleyerek toplumun nabzini elimden geldigince yoklamayi, kisa gunun kari birkac kitap-cd almayi pek severim. Piyasa, ortam insani, kiz kesme gibi tabirleri kullanmamayi tercih ettim dikkatinizi cekerim. Istinye Park da gayet betimlemeye calistigim aylak yasam tarzina ev sahipligi yapabilecek bir yer. En azindan bir alternatif, Levent'in otesinde oturanlar icin ise buyuk ihtimal ilk tercih. If! AFM Bagimsiz Filmler Festivali'nin bu sene Beyoglu, Caddebostan'a ek olarak Istinye Park sinemasini da programa dahil etmesi bunun en acik ornegi.


Valla sayfalarca anlatirim ama ne gerek var. Gidin gorun, gorduyseniz yazdiklarim dogrultusunda bir daha gorun. Istinye Pazari denilen yerde, Malatya Pazari onunde papaya, ananas, zencefil vb. bilimum egzotik meyveyi kuru kuru tattiran kirik Turkce'li Japon kizla muabbet edin (bizimkiler kizin Turk oldugunu, benim hayaller aleminde yasadigimi iddia ediyor, olsun), Kabalci'yi soyle bir gezin Besiktas Carsisi=Kabalci Kitabevi ezberini bozun, dev ekranda donen CNBC-E videolarini izleyin arkada calan canli gitaristin Shape of My Heart'ina yaklasan sevgililer gunu hatrina icinizden eslik edin (Victoria'nin Meleklerine selamlar), ne biliyim paraniz bolsa ala franga bir yerde (boyle dedigime bakmayin bu tarz cok yer var Istinye Park'ta, gerek kapali alanda gerek acik hava Milano moda haftasi catwalk alaninda) oglen yemegi yiyin. Pek de baska numarasi yok oyle diger alisveris merkezlerinde olmayan sanirim. Rainforest Cafe diye bir aktraktif bir yer var, Amerika'dan ithal (Chicago'da bir alisveris merkezinde gormustum daha once bir subesini yanlis hatirlamiyorsam) boyle iceriden yagmur sesleri gelen, balta girmemis ormanda cocugunuzla bir cumartesi gecirin mesajli ama ne kadar ilgici cekici, tartisirim.

Orada burada (hakli olarak aslinda) surekli bahsi gecen Hint Kast sistemiyle paralel zihniyetle duzenlenmis ic mimari ve de katlar arasinda dukkanlarin niteliksel dagilimiyla vatandasin gelir katsayisi arasindaki istege bagli egilime (elective affinity) daha fazla egilmenin luzumu yok diye dusunuyorum. Konuya mikroekonomik bir yaklasimdir, dogrudur. Bir de onun makro versiyonu var. Istanbul'u Dubai tarzi bir ticari merkez yapma niyetindeki mevcut yonetimler ve de onlari yonlendiren ana akim, Istinye Park'i gorunce daha da algilanir hale geliyor. Kim gelecek buraya peki diger alisveris merkezlerini birakip diye soruyorum. Olur mu, etrafta tonla rezidans yapiliyor, e onlara oturanlar nereden alisveris yapacak, soluk Eti Gida tabelali bakkaldan, cirkin Tuborg birasi satan tekel bayiiden degil tabii ki, cevabini aliyorum. Ve nedense uc ay once Dubaideki insanlara sordugum sorular ile Istanbul'da birlikte yasadigim insanlara sordugumun sorularin birbirine giderek benzemeye basladigi dikkatimi cekiyor. Colun ortasina dikilen onca bina ve alisveris merkezinin, sehirde hicbir uretim yokken, nasil surekli kendini yineleyerekten buyumeye devam ettigi sorusu ('col' kelimesi yerine 'maslak' koyun, 'mecidiyekoy' koyun, 'istanbul' koyun). Evet evet baska bir yazinin konusu bu.

1 Şubat 2008 Cuma

Initiation

2007 Agustos gunlerinden birinin aksami. Alti bucuk yedi sulari. Geyikli-Bozcaada vapurunun guvertesinden cekilmis soluk gunes ve otede gorunen adanin kara bozkirli tepeleri.

Her seyin azi karar cogu zarar demisler. Iyi mi etmisler kotu mu etmisler sorusuna hic dalmayalim. Ama fotografta gozuken aksaumustu gunesi nedense bu basmakalip lafi cagristiriyor bana. Basta istahla giristiginiz bir isten belli bir sure sonra nasil usanmaya baslarsiniz, sevkiniz kirilir, heyecaninizi kaybedersiniz. Ayni o ruh haline burunurmus gibi gelir gunes yaz aksamustlerinde. Gune bomba gibi baslamistir, ayaklari yakar plajin kumlarina vurdukca. Denizden cikarsiniz, terletir adami. Sonra gun ilerledikce, ciktigi zirveden asagi dogru indikce yorulur. Yorulmasi yetmiyormus gibi sizi de yorar. Cani yaniyor gibidir. Sizin de gozunuzu yakar denize vurmasiyla beraber. Isitmaz artik, usursunuz uyandiginiz sekerlemenin ertesinde. Devam eder donusune. Batisiyla birlikte sanki rahata kavusur gunes, siz de hafif hafif esen imbat ruzgariyla yemege oturursunuz.

Yukaridaki fotografa benzer bir suru baska poz var elimde, kisitli cozunurluge sahip nokia cep telefonumla cektigim. Aklima estikce ufak ufak yazilarla birlikte onlari buraya yuklemeyi planliyorum. Bos kagit ustunde yazmaya koyulmak zor ama insanin elinde bir baslangic noktasi olunca gerisi daha rahat gelir diye umuyorum.

Soluk-lanalim


Sanirim yukarida calan (bu yaziyi okumadan once merak edip play tusuna basmis olmaniz gerekiyordu) parcaya oldum olasi hep bir yerlerde rastladim, rastlatildim; kendimden gecer bir vaziyette dinleyip, dinlerken dalip gidip, sonra da yoluma devam ettim. Bizim kusaga maledilmesi biraz zor ama en azindan bizim kusagin pek cok anne-babalari tarafindan sahiplenilmesi muhtemel gibi geliyor. Procol Harum'un (bu grubu ben bilmiyordum acikcasi daha onceden) belki de en cok bilinen parcasi, 'A Whiter Shade of Pale'. Sarkiyi annem gibi 60'larin o cicek-bocek ortaminda, mini etekli beatles hayrani kizlar ve bol paca pantalon oglanlarin fink attigi o donemin Londra'sinda dinlemek isterdim ama napalim bize de Moda'dan gozuken Kalamis koyu manzarasi, denize nazir banka oturmus bir cift, onlarin yanina usulcana coreklenmis sokak kopeginden ibaret bir ortam nasipmis. Yemin ediyorum arabayi park ettik, bir sure inmek istemedim. Parcanin bitmesini bekleyelim. Iyi de ettim.

A Whiter Shade of Pale'i bir sure dadandigim Joe Cocker best of'undan hatirliyorum en cok sanirim. Ama bu parca da tam bir 'Ain't No Sunshine' ya da 'Hasta Siempre' vakasi sanirim. Coverlamayan yokmus, wikipedia'da uzun bir liste cikti karsima. Siraliyorum bir kismini. Sarah Brightman, Zakk Wylde, Johnny Rivers, Bonnie Tyler, Joe Cocker, Eric Clapton feat. Ringo Starr, Michael Bolton, Sammy Hagar. Sarkiya bu aksam rastlamam ise ("parca seni buluyor abi!") cok daha abuk bir sekilde oldu desem yeridir. Radyo 3'te (cok alakasiz) bizim Cumhurbaskanligi Senfoni Orkestrasinin Edvard Grieg konserini canli yayindan dinlerken ara verildi, spiker "simdi unlu muzisyen Fausto Papetti'nin populer Bati muzigi parcalariyla 15 dakikalik bir aramiz" anonsunu yapti ve kirk saattir anlatmaya calistigim tanidik melodi calmaya basladi. Fausto Papetti dedigin bildigin asansor muzigi, yok o kadar haksizlik etmeyelim, yanik suratlarla ellerinde tabaklar acik bufeden yemek secmeye calisan her sey dahil tatil koyu insanlarina arkadan eslik eden gun batimi muzigi saksofoncusu (turkcemizdeki zincirleme isim tamlamalarina giris ZITG 101). Tabii ki parcanin beni ve daha bircok insani, youtube yorumlarindaki ictenlige sapka cikariyorum buradan, yakalama nedeni (catchy tabiati yani) genel gidisata hakim olan hammond organ ve ona eslik eden Bach'imsi melodi. Matthew Fisher isimli amcam sorumluymus soz konusu org tonundan, grubun o donemki bir elemani olaraktan.

Lafi cok uzattim. Ilk basta vermeye calistigim romantizmin icine ettim. Farkindayim. Parcayla ilgili daha fazla biografik detaya luzum yok diye dusunuyor ve yazimi simdilik noktaliyorum. Klibe eslik eden Hammond kesmediyse gayet populist bir yaklasim ile Bach'tan "Air on the G string" diyorum.

Yaz(a)mama Uzerine

Baktim simdi en son 18 Eylul tarihinde bi seyler karalamisim bu sayfaya. Hatirliyorum zaten ertesinde 20kusur-20kusur Eylul tarihleri arasinda Berlin'e gidip geldik Sinan'la. Ne guzel gunlerdi yarabbim. Peki niye devami gelmedi bu yazilarin? Halbuki kac insan begenerek okudu, "takip edecem abi mutlaka blogunu" yorumlarinin ardi arkasi kesilmedi. Bir kere usengec bir insanim, baslica neden bu olsa gerek. Ama usenme denilen mevhumun da sadece fiziksel bir ataletten ibaret oldugunu (allahim bayiliyorum boyle osmanlica kelimeler serpistirmeye arada!) dusunmuyorum acikcasi. Useniyorum cunku (su bizim 'fiziksel degil fikirsel yerlesim' yazisindan yola cikarsak) yazmaya niyetlenecegim seyleri kafamda bir turlu yerli yerine oturtamamaktan korkuyorum. Butun donem, her paper teslim tarihi yaklasirken bu aciyi yasadim ve sanirim omrum boyunca da yasamaya devam edecegim. E peki kardesim ne degisti de yeniden yazmaya basladin? Bilmem. Sorun da bu zaten. Bir kere yazmaya basladim mi acayip keyif aliyorum, alip basimi gitmek istiyorum. Ama eldeki materyali post ettikten sonraki bir muddet yazdigim kelimeler kafamda dolaniyor, icimi kemiriyor, geri donup donup kontrol etme, edit etme, degistirme, silme, ortadan kaldirma hissi uyandiriyor. Sanki icimdeki yazar benlik kis uykusuna yatiyor da elestirel benlik devreye giriyor. Ama oyle boyle degil otu boku elestiren, caddebostan cafe-barlarinda yan masadan turkiye dusmani diye ayar yiyen bir elestirmen bu. Usengecligin yaninda diger bir sorun da kafami surekli kurcalayan, artik kullanmaktan nefret ettiren ama dayanamayip kullanacagim kelime, konsept meselesi. Ne yazacagim ben bu bloga? Gunluk heyecanlarimi mi? Gezi anilarini mi? 'Oh monşer cok guzel kitaplar okuyorum, cok guzel filmler seyrediyorum, sana da tavsiye ediyorum' yazilari mi? 'Gercekten boyle bir formasyona ihtiyac var mi mehmetcim aklina geleni yaz' tarzi fikir cimnastikleri iceren, her zamanki uzun cumlelerimi iceren deneme yazilari mi? Mi mi da mi mi, mi mi da mi mi... En sonunda dondum dolastim, ilk bulundugum noktaya geldim ve icimden geldigi gibi yazmaya karar verdim. Aslinda daha once kac kere verdim bu karari 18 Eylulden beri, bi allah bilir bi de etrafimdaki birkac insan. Misal en son efes pilsen blues festivalinde acayip duygulanmis, feci gaza gelmis, bizim anil'a "abiiii! bizim icimizi acacak muzige ihtiyacimiz var. bak soyluyorum. su etrafina bak ya. herkes ne kadar da icten gulumsuyor, nasil da gerdan kiriyor, nasil da hep bir ayaktan dans ediyor" diyerekten ortamdaki buyulu aurayi anlatmaya calisirken bir yandan da icimden bunlari yazma ihtiyaci, durtusu, istegi geciyordu. Ne oldu peki? Cok rasyonel olmaya, neden yazmadigima dair mantikli aciklamalar getirmeye gerek yok. Yazmadim. Ama simdi yaziyorum. Yazmak istiyorum tekrar. Elimden geldigince, zihnimden gectigince.